2024-12-14
Siyasi İşler Başkanı Suat Kılıç, Ekol TV'de Pınar Işık Ardor İle Geniş Açı Programı'na Konuk Oldu
Asgari ücreti sormak istiyorum. Yeniden Refah Partisi olarak ne bekliyorsunuz? Ne kadar olması lazım? Hükümet aslına bakılırsa haftalar önce “%25 zam, işçinin de işverenin de ortaklaşa üzerinde mutabık kalması gereken rakamdır” dedi. %25, %50 enflasyonun 2 yıldır geçerli olduğu bir ülkede geçen yıl Ocak ayında verilen 17 bin TL’nin bu yıl Ocak ayında %25 arttırılması demek, asgari ücretle çalışanları enflasyona ezdirmek demektir. Bizim beklentimiz 35 bin TL. Elbette asgari ücret 35 bin liraya çıkarılırken yükün tamamı işverenin sırtına yüklenmemeli. Asgari ücret üzerindeki vergiler kaldırılmalı. İşverenin katlanabileceği miktar işverenin üzerinde kalmalı. Kalanı devlet tarafından karşılanmalı. Bunun için de kaynağı ifade ediyoruz. 2025 bütçesinde vergi af ve istisnaları var. Geriye dönük baktığımız zaman vergi af ve istisnalarından yararlanan şirketlerin sayısı Türkiye’de iki elin parmaklarını geçmiyor. İmtiyazlı holdingler olarak bunları adlandırıyoruz. İmtiyazlı holdinglere sağlanan vergi af ve istisnaları terk edilip bu kaynak asgari ücretin finansmanına, sübvansiyonuna ayrılacak olsa, işverenin sırtına bir yük binmeden insanlarımızın geçinebilecekleri, rahatça insanca yaşayabilecekleri bir paraya kavuşmaları mümkün olabilecek. Sayın Erdoğan asgari ücret konusunda muhalefet partilerinin popülist yaklaşımda bulunduğunu iddia ediyorlar. Bu söylemi nasıl yorumlarsınız? İktidar burada bir enflasyon hesabı yapıyor. Toplumun satın alma gücü ne kadar artarsa, mala talep ne kadar çoğalırsa, cepteki paraya göre enflasyonun düşme hızı o kadar uzun zamana yayılacak diye bir endişeleri var. Enflasyonun düşme hızı ne kadar uzarsa o kadar maaş artışlarına yönelik hesapları tutmayacak ve o kadar yine aynı şekilde faiz indirimlerinin başlaması mümkün olmayacak. Enflasyonla faiz arasında paralellik var. Türkiye bu anlamda 6-7 sene önce makroekonomik dengeler bağlamında dengeyi kaybetmiş bir ülke ama anlamadıkları bir şey var. İnsanlar geçinemiyorsa, yaşayamıyorsa, temel ihtiyaçlarını karşılayamıyorsa, eti, sütü, peyniri, yumurtayı ihtiyacı kadar alamıyorsa, sizin maaşları kısarak enflasyonu düşürme politikanız insani ve vicdani bir politika değildir. Enflasyon meselesi bir yönüyle arz/talep meselesidir. Maaşlar ne kadar düşük kalırsa, satın alma gücü o kadar azalır. Satın alma gücü ne kadar azalırsa, mala talep o kadar düşer. Mala talep ne kadar düşerse, mal ve hizmetlerin fiyat artış hızı olan enflasyon da aynı şekilde gerilemeye başlar. Enflasyon muhasebesi açısından bu doğru olabilir ama vatandaşın geçim ekonomisi açısından, mutfaktaki hesap açısından, mutfaktaki yangın açısından bu hesap doğru bir hesap değildir. Çay-simit hesabı yapsanız da tutması mümkün değildir. Makarna-peynir hesabı yapsanız da bu hesabın tutması mümkün değildir. Bugün itibarıyla Türkiye’de asgari ücret 17 bin TL, açlık sınırı 21 bin TL. Açlık sınırı nedir? 4 kişilik bir ailenin zorunlu dengeli ve yeterli beslenmesi için gereken zorunlu gıda ihtiyaçlarının karşılanabileceği rakam demektir. Bunun içinde eğitim yok, ulaşım yok, elektrik, su, doğalgaz, telefon faturaları yok, ev kirası yok, giyim kuşam yok. Sadece mutfak için gereken para 4 kişilik bir aile için 21 bin TL. Dolayısıyla evet Sayın Cumhurbaşkanı’nın söylediklerini de anlayabiliyoruz. Bunun bir işveren tarafı da var ama onlar da bizi anlasınlar. Yeniden Refah Partisi olarak “vergi afları bir kaynak” dediniz. Bu konuyu biraz daha açıklar mısınız? Şöyle, asgari ücretin işverene bakan bir boyutu var. Türkiye’de bugün asgari ücret sadece sınırlı bir kesimin aldığı ücret durumunda değil. Toplumun yaklaşık %60’ı asgari ücret olarak ücretini alıyor. Biz geçen hafta Genel Başkanımız Dr. Fatih Erbakan başkanlığında Türk-İş, Hak-İş ve DİSK’i ziyaret ettik. Onların elindeki rakamlar da bu civarda. Çalışanların yaklaşık %60’ı Türkiye’de asgari ücret alıyor. Geri kalanların da önemli bir kısmının maaş ve ücretleri asgari ücret rakamına göre belirleniyor. Net asgari ücret kadar, bürüt asgari ücret kadar ya da 1,5 asgari ücret kadar maaş alan kesimler var. Bu yönüyle bakıldığında işverenin sırtında da büyük bir yük var. Çünkü asgari ücret sadece çalışanın cebine giren ücretten ibaret değil. Şunu demek istiyorum. İşveren asgari ücreti öderken bununla birlikte vergilerini de ödüyor. Maaşla birlikte vergiler var. Yani bugün 17 bin TL çalışanın cebine asgari ücret girerken, iş- verenin muhasebesine maliyeti 25-27 bin TL civarında. Tabii ki asgari ücret 30 bin TL olursa, maliyeti işverene belki 42-43 bin TL civarında olacak. Burada dediğimiz şudur: Devlet, asgari ücret üzerindeki vergileri azaltsın, işveren tarafını sübvanse etsin. Bunun için gereken kaynağı da iki elin parmaklarını geçmeyen sayıdaki imtiyazlı holdinglere sağlanan vergi muafiyet ve istisnalarından karşılasın. 2025 bütçesi şu an Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde görüşülüyor. 2025 bütçesinde 2 trilyon TL’ye yakın vergi af ve istisnaları var. 2 trilyon TL civarında da faiz ödemesi var. Yani Türki- ye’nin faize ödediği paralar ve imtiyazlı holdinglere sağladığı istisnalar emeklilere aktarılacak olsa, asgari ücretlilere aktarılacak olsa, dar gelirlilere aktarılacak olsa emin olun Türkiye gerçek bir refah toplumuna dönüşebilir. Ama maalesef gelir dağılımında bir uçurum var Türkiye’de, adaletsizlik var. Yeniden Refah Partisi olarak siz “imtiyazlı holdinglere vergi affı yapılmasın” diyorsunuz, İktidar Partisi de belediyelere sesleniyor, “SGK borcunuzu ödeyin” diyor. Bunu nasıl değerlendirirsiniz? Bunu şöyle dengeleyebiliriz, belediyelerin SGK borcu devede kulak. Elbette ki belediyeler SGK’ya olan borçlarını ödesinler ama öncelikle iktidar partili belediyeler SGK’ya olan borçlarını ödesinler. Bizim ya da diğer muhalefet partilerinin bu sene yapılan yerel seçimde kazandığımız belediyelerin çoğu iktidar partisinin kaybettiği belediyeler. Bu SGK borçlarını biz kimden devralmış olduk? AK Partili belediyelerden devralmış olduk. Yani madem bu borçların ödenmesi gerekiyordu, AK Partili belediyeler SGK’ya olan borçlarını ödeyerek öncülük yapsınlar tüm belediyelere. Kaldı ki SGK’ya olan borçlarını ödeyemeyen AK Partili belediyelere zaten iktidarda oldukları için sağlanan kolaylıklar var. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı üzerinden veya Hazine ve Maliye Bakanlığı üzerinden onlara gayrimenkuller tahsis ediliyor. Kamu arazileri tahsis ediliyor. Bele- diyeler bu arazilerde imar çalışmaları yapıyorlar. Bin TL’lik araziyi 1 milyon TL’ye satıp aldıkları parayla da devlete olan borçlarını ödüyorlar. Yani derenin taşıyla derenin kuşunu vuruyorlar. Burada da adalet yok. Birçok alanda adaletsizlik olduğu gibi burada da adalet yok. Bir şey daha söyleyeceğim. Devede kulak demişken aklıma geldi. Devede kulak olan başka bir şey daha var. Hükümetin 1 Ocak 2025’e ertelediği bir tasarruf paketi var. Bu tasarruf paketinden bekledikleri rakam 100 milyar TL civarındaydı. Çalışanların çayından, kahvesin- den, servisinden artırmakla tasarruf olmaz. Elbette ki lüzumsuz bir lambayı söndürmek de tasarruftur. Boşuna akan bir musluğu kapatmak da tasarruftur. Bunda problem yok. Ama tasarrufun büyüğü kamu harcamalarında. Çayın, çorbanın dışındaki kamu harcamaların- da. Kamu ihalelerinde bir havaalanı ihalesini yaparken kaça verdiğiniz, bir köprü ihalesini verirken kaça verdiğiniz, bir otoyol, duble yol ihalesini gerçekleştirirken hangi rakamlar üzerinden bu ihaleyi gerçekleştirdiğiniz gibi konular gerçekten hakiki tasarruf kalemleridir. Tasarrufun yapılması gereken gerçek noktalar burasıdır. Bir diğer tasarruf kalemi devleti faizle borçlandırmamaktır. Kurumlar yeteri kadar tasarruf yapmıyor. Tasarruflar göstermelik yapılıyor. Yani bu itibar- dan tasarruf meselesi de var mesela. Elbette ki herkes devletinin itibarlı olmasını, şanının yürümesini arzu eder ama bu uçaklar, konvoylar vs. buralardan tasarruf edilebilir. Bunlar bile devede kulaktır. Bu da mesele değil. Koruma sayısından tasarruf edilsin demiyorum bile. Koruma sayısı da devede kulak. Esas kamu ihalelerinden yapılması gereken, ihaleler hakiki rekabetçi ortamda yapılabilirse, ihaleler gerçekten kamuoyunun bilgisine açık yapıla- bilirse, Sayıştay’ın ve yargının denetimine açık yapılırsa, rekabet ortamı, kalitede ve fiyatta rekabet ortamı sağlanırsa, imtiyazlı holdingler, tanınan bilinen müteahhitlik firmaları devre dışı bırakılır, ihaleler herkesin katılımına açık hale getirilirse, emin olun Türkiye, kamudaki harcamalarından en az %25 oranında tasarruf eder. Emekli maaşlarında nasıl bir düzenleme olmasını bekliyorsunuz? Bugün en düşük emekli maaşı 12.500 TL. Tabii ki 20 bin TL, 30 bin TL, 40 bin TL alan da var. Herkes en düşük emekli maaşını almıyor. Ama yine emekli maaşlarında en kalabalık grubu en düşük emekli maaşını alanlar oluşturuyor. Yani 12.500 TL, emeklilerimizin çoğunun almakta olduğu ücret. Bugün, Türkiye’nin herhangi bir yerinde 3 oda 1 salon bir daireyi 10.000 TL’ye kiralama imkânı Anadolu’nun ücra köşeleri dışında neredeyse yok. Emekli hele bir evi de yoksa, elektrik, su, doğalgaz, telefon faturası var, mutfak giderleri var. Bugün 40, 45, 50 yaşında emekli olan insanlar var. Okulda çocuğu olanlar var. Emekliler sadece torun torba sahibi, torunlarına çikolata alan ihtiyarlardan ibaret zannediliyor. Ancak okullara çocuklarını okumaya gönderen emeklilerimiz var. 12.500 TL ile neyi karşılamak mümkün olabilir? Yaz aylarında doğal gaza %38, elektriğe %40 zam geldi. 1 Ocak’tan itibaren elektrikteki sübvansiyonlar kaldırılacağı için yıllık tüketimi 5.000 kW’ı aşan abonelere %150 oranında zam gelecek. Bütün bunlar hesaba katıldığında 12.500 TL’nin bugün geçinmek için yeterli bir rakam olduğunu telafluz etmek mümkün değil. Hele ki büyük şehirlerde, hele ki tek maaşla geçinenler açısından. Ama nedir orada da dengeyi bozdular. Aslında düşük prim günü olanlar var, tarım emeklisi olanlar var. Herkesi en düşük emekli maaşında eşitlediler. Kademeyi orada da kaybettiler. Kademeli emeklilikte kaybettikleri gibi, staj ve çıraklık mağdurlarında kaybettikleri gibi, bir güne 17 yıllık emeklilik farkı meydana getirdikleri gibi, emekli maaşlarında da kademeyi kaybettiler. Kademe kaybedilince adalet de kaybedildi. Bugün bu rakam, geçinilebilecek bir rakam olmaktan çıktı. Asgari ücret adı üstünde “asgari olan”. Asgari ücretin aslında emeklilik maaşları için de gösterge ücret olması lazım ve asgari ücretin altında emekli maaşı kalmaması lazım. Kaldı ki Türkiye’de 10 yıl öncesine kadar en düşük emekli maaşı asgari ücretin üzerindeydi. Bugün itibarıyla maalesef emekli maaşı, asgari ücretin 3’te 2’sine kadar geriledi. Burada da tablonun dengenin düzeltilmesi lazım. Deyim yerinde ise kantarın topuzu kaçmış durumda. Adaletsizlik had safhada. İktidarın Orta Vadeli Programı’nı takip ediyorsunuz. Nasıl bir ilerleyiş gösteriyor? Yeniden Refah Partisi olarak nasıl değerlendiriyorsunuz? Sayın Şimşek ve ekibinin yapmakta olduğu program bellidir aslında. Üretimi artırmaya yönelik bir refleksleri yok. Sanayileşmeyi geliştirmeye yönelik bir refleksleri yok. Ankara Hukuk Fakültesi’nde okurken Maliye Hukuku hocamızın çok sık kullandığı bir söz vardı: “Maliyecilerin gözünde mükellef un çuvalıdır. Vurdukça tozar.” Sayın Mehmet Şimşek’in elinde sihirli bir değnek yok. Bildiği başka bir şey de yok. “Vergileri artırmayacağız” dedi, KDV’yi %18’den 20’ye çıkardı. Yeni vergi kalemleri getiriyorlar. Tapu harçlarını artırmaya yeltendiler. Kredi kartlarımızın limitleri üzerinden bile vergi icat ettiler. Anlamak gerçekten imkânsız. Toplum geçinmekte zorlanıyor. Bunların kemeri sıkmaktan başka bir bildikleri yok. Aynı mükelleften, aynı kesimden daha fazla vergi almak dışında bildikleri bir şey yok. Ne yapmasın peki? Vergiyi tabana yaymaktan bahsediyorlar. Bizim dediğimiz vergiyi tavana yaymaktır. Büyük mükelleflerden, iki elin parmaklarını aşmayan sayıdaki imtiyazlı holdinglerden tahakkuk etmiş vergileri kaldırmamaktır. Büyük mükelleflere vergi afları, istisnaları, indirimleri getirirken aşağıdaki küçük mükellefin sırtına binmek haklı bir yaklaşım değildir. Sayın Mehmet Şimşek’in bunun dışında bildiği yeni bir numara, yeni bir hikâye yok. Hani teşbihte hata olmasın, derler ki “tilkinin bildiği on hikâye onu da tavuk üzerine”. Bugünkü maliye politikaları da tamamen küçük mükelleften daha fazla vergi almak üzerine kurulu bir sistemle ilerliyor ve zamlarla ilerliyor. 2023 enflasyon hedefleri revize edildi. 2024 enflasyon hedefleri revize edildi. Orta Vadeli Plan biraz önünüzü görmeyi gerektiren bir plandır. Orta Vadeli Plan 3 yıl için hazırlanıyorsa 3 yıl sonrasını görebilmemiz lazım. Burada maalesef Orta Vadeli Plan her 6 ayda bir hatta bazen 3 ayda bir bazı veriler değiştiriliyor, güncelleniyor. 2023 enflasyonunu geçen sene revize ettiler. O arada 2024’ü de revize ettiler. Şimdi 2024 yılsonu enflasyonunu revize ettiler. Bu arada 2025 enflasyonunu da revize ettiler. Enflasyonun 6 ayda bir, 3 ayda bir revize edildiği bir Orta Vadeli Plan, orta vadeli plan olmaktan çıkmıştır. Kısa vadeli plan olmaktan da çıkmıştır. Binaenaleyh plan olmaktan çıkmıştır. Önünü göremeyen bir planın plan olduğundan bahsedebilmek mümkün değildir. Dolayısıyla ortada bir plan proje yok. Bildikleri tek şey ellerindeki mükellefin sırtına binmek, biraz daha vergi yüklemek. Üretimi artırmaları lazım. Üretimi artırmadan çıkış yolu mümkün değil. Borçlanma ihtiyacını da azaltmaları lazım. Sayın Devlet Bahçeli’nin Öcalan çıkışı, daha sonra “DEM Parti İmralı’yla görüşsün” çıkışı, bugün Adalet Bakanı’nın “en yakın sürede cevap vereceğiz söylemi”. Siz bu gelişmeleri nasıl okuyorsunuz, nereye evrileceğini düşünüyorsunuz? Suriye’de yaşananlarla Sayın Bahçeli’nin söylemlerini “işte şimdi anladınız mı, neden Sayın Bahçeli bu açıklamaları yaptı” diyen bir görüş var. Bunlara ne diyorsunuz? Türkiye’nin 40 yıldır terörle devam eden mücadelesi var. 40 yılda devletin bitiremediği bir mücadeleyi, İmralı’daki terörist başının dışarıya çıkıp “silahları bırakın” çağrısıyla bitirmenin mümkün olmadığını düşünüyoruz. Eğer bir çağrısıyla bu silahlar bırakılabilecekse, bir kamera, bir de kameramana bakar. Göndersinler İmralı’ya, alsınlar beyanını, kamuoyuna açıklasınlar, ilan etsinler. Dağ kadrolarına da haberi göndersinler, mesele kapansın. Bu kadar kolaysa. Kaldı ki DEM’in, terörist başının da yeğeni olan bir milletvekili var. Geçtiğimiz haftalarda Adalet Bakanlığı izin verdi, bu milletvekili gitti görüştü ve geldi kamuoyuna birtakım açıklamalar yaptı. Silahları bırakın yönünde bir açıklamada bulunmadı. Sağlık durumuna ilişkin, bir de suya sabuna dokunmayan bazı açıklamaları oldu. Terörist başının dağ kadrolarına, terörist kadrolara silahları bırakın açıklaması olacaksa bunun bin türlü yolu var. İlla meclise gelmesi, DEM parti grubunda konuşması, bu çağrıyı oradan yapması, umut hakkından yararlanması, ev hapsine alınması, sonra salıverilmesi gibi radikal adımların atılmasına gerek yok. Biz de bunu ifade ettik. Kaldı ki terörist başı böyle bir çağrıda bulunduğu takdirde PKK’nın silahlı kadroları silah bırakacak mıdır? Bu bir muamma. Farz edelim ki bıraktı. PYD-YPG terör örgütleri PKK ile birlikte hareket eden, daha doğrusu PKK terör örgütleri listesine alınırken yerine ikame edilen PYD-YPG terör örgütleri de eş zamanlı silah bırakacak mıdır? Terörist başının çağrısını onlar da kale alacak mıdır, almayacak mıdır? Bunların hepsi muamma. Ama bir ihtimal var mı? PKK, PYD, YPG o grubun terörist başı Öcalan’dan aldığı o talimatla silah bırakıp belki de şimdi Suriye’yi konuşuyoruz, Suriye’nin kuzeyi ve bizim güneyimiz. Türkiye’nin en önemsediği o koridor noktasında oradaki Kürtlerin hamlesi Öcalan’ın çağrısıyla farklı bir yere evrilir mi? Küresel oyuna bakmak lazım. Sağlıklı bir veri analizi yapabilmek için eldeki verilere bakmak lazım. Veri akşının da sağlam ve sürekli olması lazım. Sayın Bahçeli’nin yaptığı çağrılara görünürde destek veriyor olmakla birlikte, detaylarına Sayın Cumhurbaşkanı henüz girmiş değil. Sayın Cumhurbaşkanı kimdir? Devletin başıdır, yürütme organının başıdır. Bütün istihbarat kendi önüne akmaktadır. Sayın Cumhurbaşkanı bile bu açıklamalar karşısında mesafeli tutumunu korurken bizim bu açıklamalar doğrultusunda bu sorunun çözülebileceğine kanaat getirmemiz hiçbir şekilde mümkün değil. Kaldı ki PYD-YPG-PKK, terör örgütü mensubu, sayılarının 130 bin olduğu ifade edilen sayıda terörist ise ABD müttefikleriyle birlikte eğit donat programı kapsamında donattı, eğitti. Adeta bir terör ordusu meydana getirdi. Bu silahlar ne olacak? ABD de PYD-YPG’nin silah bırakmasına PKK ile eş zamanlı olarak razı mı değil mi? Terörist başının çağrısı PKK tarafından dikkate alınsa bile PYD-YPG tarafından dikkate alınacak mı, alınmayacak mı? “Deneyelim görelim” demekle devlet yönetilmez. Devlet adımı atıyorsa, atılan adımın nihayetinde ne olacağını da görür, bilir. Ona göre hesaplı, kitaplı, ölçülmüş, biçilmiş olarak adımını atar. Türkiye Cumhuriyeti köklü bir devlettir. Binlerce yıllık geleneği vardır. Biz bu geleneğin gereğini bu şekilde yorumluyoruz, bu şekilde analiz ediyoruz. “Bir ihtimal daha var. Bu istikamette o ihtimali de bir değerlendirelim”. Deneme yanılma yoluyla bunların olması mümkün değil. Devlet deneme yanılma yoluyla yanıltılabilen bir organ değildir, bir mecra değildir. Devlet işi ciddiyet gerektirir. Eğer ölçüp biçmişlerse, hesabı kitabı yapmışlarsa, tüm muhataplarla fikir birliğine varmışlarsa o takdirde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde temsil edilen muhalefet partilerini de bilgilendirmeleri gerekir. Kamuoyunun doğru yönetilmesi, algının olgunun önüne geçmemesi, yanlış algılarla olguların heba edilmemesi için eğer gerçekten bir adım atılabilir bir ortam varsa, DEM Parti heyeti için de izin sürecinin geciktirilmemesi lazım o takdirde. Bugün Adalet Bakanı yine en yakın zaman- da bir açıklama yapılacaklarını, değerlendirdiklerini söyledi. Suriye’de kartlar yeniden karıldı, ortalık karıştı. Onu görmek istiyorlar belki. Önemli bir şey söylediniz. Suriye’de yeni bir oluşum var. Onu mu görmek istiyor Adalet Bakanlığı? O yüzden mi süreç biraz daha uzadı? Adalet Bakanlığı değil de devlet, hükümet görür. Adalet Bakanlığı bunun gereği olan izni tahakkuk ettirir yoksa tabi ki yetki olarak tek başına Adalet Bakanı’nın verebileceği bir karardır ama stratejik bir meseledir, önemli bir konudur, siyasetten ari bir mevzudur. O nedenle Adalet Bakanı böyle bir konuda kararı tek başına vermez. Elbette devlet kademelerinde konu değerlendirilmek üzere ele alınır. Şu anda Suriye’deki gelişmeleri takip ediyordur devlet. Cumhurbaşkanının talimatı sonrasında Adalet Bakanlığı ancak bu yöndeki iznin icrasını sağlayabilir. O yönde de muhtemelen inceleyip sık dokuyorlar, önüne ardına bakıyorlar mevzunun. Ama hep söyledik, bir kere daha söyleyelim. Taktik adımlarla stratejik ilerlemeler sağlamak kolay değildir, zordur. Türkiye’nin terörle mücadelesi 40 yıllık bir meseledir. Güvenilmeyecek bir terör örgütünün güvenini kazanacağız derken, toplumun devlete olan güvenini sarsmamak lazımdır. Türkiye teröre 40 bin kurban vermiş, 10 binlerce askeri ve polisi bu uğurda şehit olmuş bir ülkedir. Şehit yakınlarının da gazilerimizin de görüşünün alınması lazımdır, buna hep ifade ettik. Kaldı ki Suriye’de kartlar yeniden dağıtıldı, ortalık karıştı. Denklemin içinde sadece Türkiye yok, denklemin içinde neredeyse bütün uluslararası güçler var. Hal böyleyken, PYD-YPG eş zamanlı olarak hem Rusya ile hem ABD ile dirsek temasındayken yakın zamana kadar, şimdi bu temas ABD ile devam ediyorken, ABD’nin eski yönetimi ve seçilmiş başkanı PYD ve YPG’yi korumaya kollamaya, kol kanat germeye devam ediyorken, onlara ABD eliyle verilen silahların bizim tarafımızdan toplanması, toplanabilmesi mümkün müdür, değil midir? Hesabı kitabı doğru yapmak lazım. Evdeki hesap çarşıya uymazsa Türkiye bu işten kârlı çıkmak yerine zararlı da çıkabilir. Türkiye’nin devlet aklı bu konuda ince eleyip sık dokuyacak deneyime sahiptir. Yeter ki devletin kurumları harfiyen çalıştırılsın ve kurumların görüşüne değer verilsin, önem verilsin. Stratejik öncelikler kapalı kapılar ardında 3-5 kişiyle yapılan toplantılarda değil, kurumsal akılla devletin derinliklerinde, devletin derinlikleri derken bir muammadan söz etmiyorum, devletin bütün kurumları. Bunun dışında Genelkurmay’ı vardır, Kuvvet Komutanlıkları vardır, MİT’i vardır, diğer istihbarat birimleri vardır ve elbette ki Türk Dışişleri Hariciyesi vardır. Kurumsal akılla adımlar atılırsa Türkiye bu işten zararlı değil, kârlı çıkar. DEM Parti Eş Genel Başkanı Bakırhan, “Bu meseleyi çözerek tarihe geçme fırsatı, sizlerin önünde belirmektedir” diyor. Bu sözlere Milliyetçi Hareket Partisi grubundan ve en önemlisi de Sayın Bahçeli’den alkış geldi. DEM Parti’nin bu açıklamasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Sayın Bahçeli “DEM Parti, Türkiye partisi olsun” dedi. Kürt sorununun çözümü Türkiye’den mi geçecek? Tereddütsüz Kürt sorunu Türkiyesiz çözülemeyecek bir sorun. Bunda kuşku yok. Ayrıca hemen şunu ifade etmek lazım. Türkiye Kürtleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin eşit yurttaşlarıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin yurttaşlık tanımında Türkleri Kürtlere, Kürtleri Türklere, birini diğerine üstün ya da geride tutan herhangi bir yaklaşım yoktur. Anayasanın 66. madde- sindeki vatandaşlık tanımı da tamamen vatandaşlık temelli bir vatandaşlık tanımıdır. Bunu da bir kenara bırakalım. Tuncer Bakırhan’ın söylemiş olduğu sözler, söz olarak çok değerli sözler. Elbette ki diyaloğa açık olmak lazım, oturup konuşmak lazım, şansı değerlendirmek lazım, barış iklimini bir fırsata dönüştürmek lazım. Eyvallah. Peki Tuncer Bakırhan bu konularda oturulup konuşulmaya yetkili biri midir? Temsile ehil midir? Kendilerine oy veren insanların, milyonların haklarını, hukukunu temsil etmeye yetkili midir? Herhangi bir yerden talimat almaksızın, izin almaksızın oturup kendisiyle konuşulabilir mi? Suriye Kürtleri ile oturup konuşma konusunda yetkili merci kimdir? Temsile ehil ve yetkili olan terör örgütleri teröristler dışında kimlerdir? Bu muhataplıkları kendilerine sorduğunuz zaman “muhatap biz değiliz, muhatap İmralı’da” dediklerini göreceksiniz. Zaten o nedenle Sayın Bahçeli’nin çağrısından sonra İmralı’yla görüşmek üzere bir görüşme talebinde bulundular. Sözler meclise konuşuluyor, alkışlar da meclis çatısı altında yapılıyor ama Meclis’te alkışlanan sözleri sarf edenler “muhatabınız İmralı’da” diyor. Peki İmralı’daki tırnak içinde “muhatap” gerçek ve nihai muhatap mıdır? Yoksa bir geçiş evresi midir? Yarın bir gün o da muhatap değilse gerçek muhatap kimdir? sorusu karşımıza gelecektir. Hal böyle olunca paradoks adeta bitmek bilmiyor. Muamma, soru içinde sorular, ardı arkası kesilmeksizin gelmeye devam ediyor. Keşke Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında Doğu ve Güneydoğu’da vatandaşlarımızın oylarıyla seçilmiş olan ve farklı partilerde temsil edilmekte olan Kürt kökenli milletvekillerimiz temsile yetkili ve ehil olsalar, DEM’deki seçilmiş milletvekilleri de keşke topu taca atmak yerine, sözü İmralı’ya bırakmak yerine, ellerindeki mikrofonu başkalarına uzatmak yerine, kendileri konuşmaya, istişareye, müzakereye ehil ve yetkili olsalar. Ama onları da kınamıyorum artık belli bir dakikadan sonra. Kendileri “muhatap biz değiliz” dedikten sonra “hayır zorla muhatap sizsiniz” demenin de bir manası, sürece ve çözüme bir katkısı yok. Muhatap İmralı’da diyorlarsa gitsinler görüşsünler, İmralı’dan işaret alacaksa işaret alsınlar, söz alacaksa söz alsınlar, talimat alacaksa onu alsınlar, aldıkları her neyse onu da gelip muhataplarıyla paylaşsınlar. Bu süreci de geciktirmemek lazım diye düşünüyorum. Suriye’de ne bekliyorsunuz ve olası en kötü senaryonuz, olası en iyi senaryonuz nedir? Geçmişe biraz bakmak lazım. Irak’ta da Baas Rejimi vardı, kaos vardı. Baas Rejimi vardı, bir diktatör vardı, işkenceler vardı, ayrıştırmalar vardı. Ama Baas gitti, kaos geldi. Irak paramparça oldu. Milyonlarca insan topraklarından sürüldü, demografisi yerle bir edildi ve on binlerce kadın ve çocuk tecavüzlere maruz kaldı, on binlerce insan da hayatını kaybetti. ABD hapishanelerinde insanlar adeta çürütüldü. Keza Libya için aynısı uygulandı, “diktatör var” dendi. Baskı rejimi var dendi. Muammer Kaddafi gittikten sonra Libya paramparça oldu. Senelerdir bir arada barış içinde yaşayan insanlar birbirinin kanına girdiler ve hala Libya’da da kaos bitmiş değil. Suriye’de Baas Rejimi vardı. Esad bir diktatördü. Bunu zaten bilmeyen yok. Hapishanelerin- de çok kötü manzaralar vardı. İnsanlık dramları yaşanıyordu. Bunu da bilmeyen yok. Esad kendi halkına zulmeden bir canavardı. Bunu da bilmeyen yok. Esad, Hama’da, Humus’ta kimyasal silahları her zaman her zeminde kendi insanlarının üzerinde kullandı. 10 milyona yakın Suriyeli vatanını, Esad’ın zulmünden kaçmak adına yurdunu terk ettiyse, Esad’ın nasıl bir diktatör olduğunu anlamakta herhalde hiçbirimiz için tereddüt olmayacaktır. Tamam diktatör gitti, Baas Rejimi çöktü. Bundan sonra ne olacak? HTŞ’den 3-4 gün öncesine kadar terör örgütü diye söz edilirken, HTŞ’nin lideri Golani sakallarını kısalttı, CNN International’a röportajlar verdi ve dün itibarıyla Suriye Başbakanı ile masaya oturdu. Müzakereler başladı. Haberlere göre Suriye adına Rusya’yla da masaya oturduğu ve görüşmelere başladığı söyleniyor. Geçiş rejimi, geçiş hükümeti söyleniyor. Kimdir, eğitimini nerede aldı? Daha düne kadar terör örgütü lideri denilmiyor muydu? Suriye’de bu gelişmeler yaşanırken Esad, Rusya’ya kaçarken İsrail hızlı bir şekilde Golan Tepelerini aştı. Golan’ın arkasında birinci, ikinci, üçüncü güvenlik bölgelerini inşa etti. Buralar İsrail için artık bir daha kesinlikle çıkılmayacak bölgeler. Dediğim gibi İsrail işgale başladı. Şam’a doğru ilerliyor. Peki, İsrail’in ABD’nin desteği ve teşviki olmaksızın bir adım atabilmesi mümkün müdür? Değildir. O zaman ABD, HTŞ denkleminin neresindedir? İsrail bu denklemin neresindedir? Aslında bazı yapılara terör örgütü diyenlerin gerçek niyetleri ve kullanım amaçları farklı bir zeminde mi gerçekleşmektedir? Bunu görmek lazım. İsrail, uluslararası hukuku yok sayarak, yerle bir ederek Lazkiye’de, Şam’da ve Suriye’nin başka noktalarında kimyasal tesisleri vuruyor, askeri üsleri vuruyor. Bunu nereden aldığı güçle, hangi hukuktan aldığı yetkiyle yapıyor? ABD, dostu ve müttefiki olan İsrail’i neden durdurmuyor, niye frenlemiyor? Bu arada PYD-YPG, evet Mümbiç konusunda Suriye Milli Ordusu tarafından sağlanan ger- çekten önemli bir ilerleme var. Keşke Türkiye sınırlarından tamamen terör örgütü uzaklaştırılabilse. Ama gördüğümüz şu ki HTŞ, PYD-YPG’nin korunaklı alanlarına pek de müdahalede bulunmuyor. Yani Esad rejiminin kuvvetlerini püskürtürken, ordusunu dağıtırken, kurumlarını ele geçirirken PYD-YPG elindeki bölgelere yönelik HTŞ’nin neredeyse hiçbir müdahalesi yok. İsrail’in de o bölgelere yönelik bir müdahalesi yok. Ve ABD’nin hem mevcut yönetiminden hem seçilmiş başkanından gelen açıklamalara bakıldığı zaman PYD-YPG’nin adeta bir koruma kalkanı altında tutulduğu görülüyor. Burada Türkiye kimle müttefiktir? NATO’da ABD ile müttefikiz ama ABD’nin Suriye’de PYD ve YPG ile müttefik olduğu Gazze’nin işgalinde, Lübnan’ın bombalanmasında, Suriye içlerine sızma operasyonlarında da İsrail’le müttefik olduğu görülüyor. Hem PYD konusunda Türkiye farklı bir tezi savunuyor, hem İsrail’in Suriye’yi işgal etmesi konusunda Türkiye farklı bir tezi savunuyor. Peki ne oluyor aslında Suriye’de? Suriye 3’e 4’e gözümüzün önünde bölünüyor aslında. Türkiye diplomatik bir dil kullanmaya da devam ediyor. İsrail’i de takip ediyoruz. Türki- ye nasıl bir adım atmalı bu süreçte? Şu ana kadar Türkiye’nin attığı adımları nasıl değerlendiriyorsunuz? Öncelikle kendi ülkemizin toprak bütünlüğünü güvence altına almalıyız, bu bir. Olmazsa ol- mazımız. İkincisi, Suriye halkının barış içinde yaşadığı ve bütüncüllüğünü koruyan bir Suriye tezinden yana duruşumuzu daha net bir şekilde ortaya koymalıyız. Suriye’nin paramparça edilmesi halinde orada bir terör devleti kurulacağı açıktır. Bir bölgesini İsrail’in işgal edeceği açıktır. Kalanında da mezhepsel yapılara ve etnisitelere dayalı birkaç devlet kurulacağı ortadadır. Parçalanmış bir Suriye Türkiye’nin hayrına değildir. Bunu da görmemiz lazım. ABD’nin el açmasını beklemek tabii ki bu süreçte safdillik olur. PYD ile ilgili duruşu zaten belli. Farklı bir şey söylemesi mümkün değil. Türkiye’nin HTŞ ile ilgili tavrını da tabii ki teenniyle ortaya koyması lazım. HTŞ aslında nedir? Suriye’nin geleceğindeki yeri nedir? Bir geçiş hükümeti derken yarın bir gün Suriye’yi İsrail’e mi terk edecekler? Ne olacak yarınlarda? Bunu görmemiz lazım. Ezcümle bu arada elbette ki kendi topraklarına, kendi yurduna dönmek isteyen ülkemizdeki göçmenlerin de önünün açılması lazım. Göçmenlerin kendi ülkesine göçünün teşvik edilmesi lazım. Hudut kapıları açılıyor. Dün de yine bir kapımız daha açıldı. Gidişlerini bekliyoruz güvenli bir şekilde. Geçici sığınmacıların Suriye’ye önemli ölçüde döneceklerini düşünüyor musunuz? Temenni ediyorum hızlı bir şekilde Suriyelilerin kendi yurtlarına, kendi vatanlarına gitmesini, topraklarına ve evlerine orada sahip çıkmalarını çok arzu ediyorum. Ama sanırım bir kısmı suların durulmasını bekleyecektir, tedbirli hareket edecektir. Çünkü birçoğu Türkiye’de iş güç sahibi oldular, dükkân açtılar, vergi levhası astılar. Vatandaş olanlar var, yüz binlerce. Bunları da dikkate almak lazım. Türkiye’deki zafer havasını biraz erkenci ve aceleci buluyorum. Henüz taşlar yerine oturmadı. PYD ile ilgili, YPG ile ilgili sınırlar henüz tayin edilmedi. İsrail’in hedefinin ABD’nin desteğinde ne olduğu, nereye kadar olduğu henüz görülmedi. HTŞ’nin ne adına, kim adına ve nereye kadar yetkili olduğu, yetkilendirildiği, geçiş hükümetinin reflekslerinin ne olacağı henüz beyan edilmedi. Dolayısıyla bir zafer havası Türkiye için çok erken olacaktır. Devlet aklıyla hareket etmek lazımdır. Devlet diliyle konuşmak lazımdır. Suriye’deki gelişmeleri günlük siyasi tüketime malzeme yapmamak lazımdır. Televizyonlardaki tartışmalara baktığım adeta burada bir zafer olduğu, büyük kazanımlar elde edildiği, bu zaferin de bizim zaferimiz olduğu gibi söylemleri benimsemeyenler, neredeyse bazı televizyonlarda bazı yayıncılar ve yorumcular tarafından vatan haini ilan edilecek oluyor. Ben inanıyorum ki Türkiye’nin hayrına olan, Türkiye’nin elini güçlendiren, Türkiye’nin bölge- deki rolüne değer katan, katkı katan her türlü hamle bu ülkede Erdoğan’ı ya da AK Parti’yi seven sevmeyen, onaylayan onaylamayan herkes tarafından takdir görecektir. Bunda kuşku yok. Bayrak da vatan da millet de bizim. Bizim bayrağımız, bizim vatanımız, bizim mille- timiz. Ama herhangi bir gelişme önümüzdeki aylar ya da yıllar içerisinde Türkiye’yi bir terör devletiyle komşu olmak mecburiyetinde bırakırsa, Türkiye üzerinde oyunlar oynanabileceği tezini kapımıza dayatırsa elbette ki buna karşı da hazırlıklı olmamız lazım. 10 gün önce Suriye’de bambaşka bir denklem vardı. Rusya bir anda Suriye’den çekildi. İran Suriye’den çekildi. Esad ülkesini terk etti. ABD’nin konumlanması bambaşka bir boyuta evrildi. Bu kadar olanın bitenin içinde bir anormallik olduğunu görmeliyiz. Deyim yerinde ise herkesin ağzına bir parmak bal çalınıyor bölgede. Ama kavanoz kimin elinde buna bakmak lazım? Suat KILIÇ Yeniden Refah Partisi Genel Başkan Yardımcısı Siyasi İşler Başkanı